11 Eylül 2008 Perşembe

istiyorum-istemiyorum

hiç kimse hakkında, yeni ve bildiğimden farklı en ufak bir enformasyon duymak istemiyorum.
onların aslında öyle değil de böyle olduğunu bilmek istemiyorum.
herkesin göründüğü gibi olduğuna inanmak istiyorum.
herkes zihnimde olduğu gibi kalsın istiyorum.
istiyorum-istemiyorum.

neyini - dört


kaşının rengi sarıya çalar.

ama o sarıya çalan kaşların içinde öyle birkaç tanesi vardır ki, daha sert ve daha sarı olan...

onlara bakmaya doyum olmaz.

renkleri altına benzer.

insana günebakan çiçeklerini hatırlatır.

fazla izlenince nazar değer, berberin veya kendisinin gadrine uğrar diye fazla bakılmaz onlara.

şöyle bi' bakıp göz kaçırılır.

neyini - üç


uyurken o kadar ciddi, o kadar ciddi görünür ki, sanırsın rüyasında iş görüyor.
kaşları çatık gibi, dudağı hafif kıvrık gibi...
kirpikleri o kadar uzun o kadar uzun görünür ki, sanki masallardan çıkmış gibi...

neyini - iki

koltuğun üstünde yatıyor diyelim. yan.
bir elini dirseğinden kırıp kafasını destekler.
elini tam olarak kulağının altına koyar.
vücudunu özellikle koltuğa gömer.
bir bacağını dizinden kırar.
öbür bacağını da dizinden kırdığı bacağının arkasından dolayıp bacağının alt tarafında kilitler.
peki rahatsız mı görünür? ne mübasebet!

neyini?

su içerken, elleri çok kibar bir şekilde bardağı kavrar.
çok küçük yudumlarla suyu içerken, dişleri, ancak bir kedinin duyabileceği bir sesle bardağa çarpar.
birkaç defa, üçü geçmez ama. hafif bir dalga sahile vuruyormuş gibi... insanda "bir dahaki su içişinde burada olmak istiyorum" hissi yaratmak ister gibi...

ölmediysem - beş

ölmemiş miyim?

ölmemişsem, bunun hakkını vermeliyim.

gidiyorum, ölmediğimi anlamak için son deneme. bakalım o çantanın içine o eşyaları elim titremeden yerleştirmeyi becerebilecek miyim?


birilerinden özür mü dilesem, burada dövüşmeye devam mı etsem? dövüşsem yanımda birisi olacak mı?

kendimden bu kadarını beklemiyordum. emil ajar'ın "onca yoksulluk varken"inini bile unutmuyorum çıkarken. son kez soruyorum kendime: emin misin? ölmemek konusunda yani... net bir cevap veremiyorum.


ilk gün olduğu kadar korkutucu görünmüyorum, işte bu sefer acıtıcı görünüyor olabilirim ama... herhangi bir iş yeri binasına girmek için ideal bir ruh halinde değilim.

nitekim giriyorum, söyleyeceğimi söyleyip, vereceğimi verip çıkıyorum.

gözüme çekici gelmesi gereken tek bi' şey var, o da gelmiyor.

hem benden kitap isteyen mi oldu ki? bunca yoksunluk varken, onca yoksulluk olsa kaç yazar?

fuzuli işler, işgüzarlık.


daha iyi mi çıkıyorum, öyle mi istiyorum?

nereye gidiyorum? birilerine bi'şeyler söylemeli artık.

ölmediysem - dört

kahvaltının mutlulukla bir alâkası var, buna artık eminim. ama bu kadar özenli hazırlanan hiçbir kahvaltı beni hiç bu kadar mutsuz etmeyi becerememişti. "ben bu kahvaltıya kahvaltı demem, yanında alkol olmadıkça". demiyorum, o vişne likörünün vişnelerini sömürüyorum. dahası var mı?

"daha vişne likörü var mı?"

artık o sokak'a ne zaman gitsem bu günü hatırlayacağım. anti-biyotikler öldü, ben yaşıyorum. miller'ın şişesi bile sinirimi bozuyor. ölümümün bir pazar günü olacağını söylemiş miydim daha önce?

tarlabaşı. feridiye'yi tercih ediyoruz ama. feridiye zarif ama kaderin sillesini yemiş bir kadın di mi? kod adı feridiye olan tarlabaşı'nda yürüyoruz. yanımdaki kadın benden daha mutsuz değil, ama bana icabet ediyor.

"vişne likörü var mı?" "yok, yok artık."

"yarın istediğin zaman kalk. anahtarı da sana bırakıyorum"


"bu kadarı bana yeter", "ölsem gam yemem". "pilavdan dönenin kaşığı kırılsın. garfield-bu kırmızı lambaya takılı olan, o turuncu süeter, o bordo şişe. hepsi benim üstüme gelmek için mi varlar? öldüm de nasıl, ne farkeder? çocuk!"

"senden bi' tane daha olsa inanırım ben. sen yalnız kal yeter ki, sen, sen ol yeter ki!"

ölmediysem - üç

pazar gününün en anlamsız televizyon programları resmi geçidi var. durmaktan başka bir şey yapamıyorum. durmaktan çok mutsuzum. beni kimse kaldırmaya gelsin istemiyorum.

içimden bir ses öyle söylüyor. içimdeki sesi ona söylüyorum. "keşke birisi bana da bi' şeyler söylesin"i söylüyor. içimdeki ses bir de diyor ki: "bugünlerde ölmezsen başka ölmezsin". ben de ona diyorum ki "üzgünüm, ama bugünlerde öleceğim!" eminim.

sonra o kutuyu buluyorum. hayatımızı kurtarma ihtimali olan sandıklar. fotoğraflar, mektuplar, defterler, aşklar, maşuklar. "neler bitiyor be" desinler diye o kâğıtlara bakıyorum. diyorlar, ama işe yaramıyor. neler bitiyorsa, neler de bitmiyor ona bakarsan!


bir "bi' şeyler yemem lazım" saati daha geliyor. bu sefer hakikaten o bi' şeyleri yiyemeyeceğim.

sonra işte, bana bi'şeyler yedirmek-içirmek için gelenler oluyor. hiç birisine itiraz edemiyorum. yiyorum, içiyorum ve "tamam işte, tam zamanı" sözlerine icabet ediyorum. gelecek hafta planları yapıyorlar, benim yerime. oh deme ihtimalimin olduğunu görüyorum, uzakta ama... belki de ölmeyeceğim. ne dersin kazancı?

yalan halbuki. kalbi bu hızda atan birisi nasıl olup da ölmez? bal gibi öleceğim. üstelik anti-biyotikliyim ve bu halde trafiğe çıksam anında enselenirim.


"o atarax'ı uykuya yakın alacaksın". "tamam, o zaman da alırım da, şimdi de bi' tane alsam, çünkü kalbimin atışı beni hiç iyi yapmıyor". "hayır". peki. hayır anasını satayım. ona da hayır. yalan atarax'ı alsam ne olacak, almasam ne?

nitekim, cin gibi oluyorum.

sağol be atarax.

ölmediysem - iki

bir daha o express dergisinin o sayısını görmek istemiyorum. en kötü cumartesim başladı nitekim. buzlu pencerede beliren o kafa, önümdeki bir kaç gün aklımdan hiç çıkmayacak? bu günleri hatırlatan bir kare olarak...


kayıp birkaç saat. nereden baksan iyi görünmüyorum. fenası, iyi görünüyormuş gibi de yapamıyorum. kötüyüm, kötü görünüyorum, kötü görünmek umrumda değil. belki de son kez o tatlı lokantaya gidiyorum, "bir şeyler yemem lazım" hissinden hoşlanmıyorum. zaten yiyemiyorum.


evdeyim yeniden. neden bu filmi seyrediyorum. paris'te iki gün'ün benim hayatımda nasıl bir anlamı var? bir karesinde hafiften gülümsemeyi becermem bir şey ifade ediyor mu? sonrasında neden bir tane daha film seyretmeye çalışıyorum. midem bulanıyor. yine "bir şeyler yemem lazım" saati geldi. yemesem?


bir şey bile yazamıyorum. çıksam ya.

ne kadar da yalnız olmak istiyorum, ne kadar... taşikardi diyorlar değil mi buna? insanın taşikardiden öldüğü görülmemiş bir şey değil mi? ölmeyeceksem sürünmeyeyim de ama... veya çıkayım, sokakta sürüneyim de herkes görsün nasıl sürünülüyor.


"bir jean austen olabilir miyim dün itibariyle ben de: aşk ve gurur mu bu romanın ismi? veya panik-atak! anahtar ve ceza? derin soluk?"


acıtıcı, acınacak gibi bile görünmüyorum. korkutucuyum bence sadece.


karakedi plak'tan duyulma ihtimali olan "fikrimin ince gülü"ne karşı temkinliyim. saldırgan sayılmam, ama her an olabilirim.


bu, belki de istiklal'de yaptığım en ağır yürüyüş. tünel'e kadar gideceğim besbelli. gül rengi şarap içilmez mi böyle günde? ne gülü be? kül oldu o artık, kül!


arkadaşım olan kadınlar ne kadar da güzel görünüyor bugün gözüme. hepsi birbirinden hoş. ama ben fazla kalamayacağım. sadece birisine söylüyorum. zorla o da... kurtulmak için bile kelimesini etmek zûl geliyor. umarım birisi beni izlemiyordur. kalp çarpıntım hız kesmedi, sadece herkesin kalbiyle aynı yerde atınca benimki onlarınkine karışıp kayboluyor, o kadar.


geri dönüyorum, ama geldiğim yere değil. bir zaman gül rengi olduğunu bildiğimiz, belki bir zaman sonra yine gül rengi olacak iki şişe şarapla, ama bir süre sonra. şimdi değil.

kazancı yokuşunu hep sevdim, neyse ki. o da bana az şefkatli davranmadı hani zamanında. arkadaşım kitap okuyor, ben ona konuşuyorum. burada olmasam nerede olacaktım ki?

yorulmak için anlatıyorum, uyumak için içiyorum.

ölmediysem


en uzun vapur yolculuğumdu. üstelik yalnız da değildim. s. aradı, "hadi rakıya" diye. rakı içecek halim yoktu, hiç bir şey yapacak halim yoktu. ona doğruyu söyleyecek halim yoktu. söylemedim. yalan da söylediğim söylenemez. zaten neredeyse hiç bir şey söylemedim, o anladı. yarın daha iyi anlayacak.
ama biz yine de rakılı bi akşama doğru gidiyoruz. rakıyla başlayıp onunla bitmeyecek bir gece. akşam sefasında ilk defa sefahat içinde hissetmiyorum kendimi. ne kötü cuma akşamı. ne kötü bir cumartesi sabahı olacak.
"kendime bir ay veriyorum" sözü veriyorum kendime.
birisi "kıyamam" deyince daha çok ağlayasım gelir benim. o bana kıyamayacağı için orada ağlamıyorum. kaçırılmaya, darp'a uğramaya, her şey yapılmaya çok müsaittim. kırmızı ışığı yakıyorum.
"hayatımdaki en kötü cumartesi sabahı"na adım adım yaklaşıyorum.

küçük öykü - oniki

deliymiş çocuk. delibaşmış. kendisini çok akıllı sanarmış ama...

bir gün şaşırmış. aklı başından gitmiş çünkü. aklı karışmış. deliymiş çocuk. divaneymiş. karışık akılla bir kızı severmiş. aşıkmış. kendisini akıllı sanan bir akıllı sanan bir aşıkmış. kendisini bu aşk içinde bir topaç gibi hissedermiş deli çocuk. duramazmış. başı dönermiş.

"hoppalaaa!""haydaaa!" derken hep dönermiş. ışığın etrafında dönen topaçmış çocuk. yanındayken kızı düşlermiş. döner düşler... düşler hep dönermiş.

çocuk hep akşam olsun istermiş. akşam olunca kız elinden tutarmış. o elinden tutunca dönmesi dururmuş.

durduğunda bir de bakarmış ki ne görsün: kendisine bakan iki güzel göz... deliymiş çocuk. delibaşmış.


her akşam benim olsun, gerisi senin olsun!

küçük öykü - onbir


bu şarkı çalarken sen sanılanınn aksine bir kış ya da sonbahar yaşamıyorsun. temmuzun ortasındayız. küçük tahtadan bir iskelenin kenarına oturmuşsun.









alnında küçük ter damlacıkları var. hafif bunaltıcı bir hava... üzerinde ince şile bezi bir elbise var. çiçekli... ayakların suyun içinde...




güneş yakmasına rağmen ince, çok ince bir esintiyle birlikte yağmur yağmaya başlıyor. ama usul usul... iskelenin tahtasına vuruyor damlacıklar. tıpır tıpır.




elinde boğazından tuttuğun soğuk bir şişe bira var. suyun içinde salak salak gezinen balıklara bakıyorsun. aklının bir kenarında ben varım. beni düşünüyorsun. akşama orada olacağım, o esnada yoldayım.
bu şarkı çalarken sanılanın aksine bir kış ya da sonbahar yaşamıyorsun.

küçük öykü - on

4.11
"işte sana her şeyi anlattım" gecesi.
seni ben ne kadar zamandan beri tanıyorum? neden bu kadar uzun zamandan beri biliyorum?
bir de korkuyorum.
işte o "taşikardi" gecesi. uzun uykusuz gece - 1.
"o kadar da kötü bir gece değildi" sabahı - 1.

küçük öykü - dokuz


03.11 - "senin çok seveceğini düşündüğüm bir yer buldum"
deniz apartmanından çık, o merdivenlerden aceleyle in, tramvaya bin, ne güzel görün, çok güzel gör.
karaköy-fındıklı güzergâhı. kaç kere yürümüşümdür, böylesini yürümedim.

küçük öykü - sekiz


02.11- o kırmızı çanta. o eve girecek, bir daha çıkacak, bir daha girmeyecek. kocaman... o ahşap kaplamalı kapıdan giriyor. sol taraftaki masanın bir sandalyesinin dibine yerleşiyor. ve konuşmaya başlıyor. konuştukça baş döndürüyor, döndürdükçe başı dönüyor.

küçük öykü - yedi


01.11
"o parfümün ismini söyle bana"
"surrender"
"çok korkuyorum"
ben neden korkmuyorum?

küçük öykü - altı

30.10

jack daniels içen bi' adam, sağ cenahta bi' sandalyede oturuyor.

"ben boğuluyorum diyorum, sen bana suyu anlatıyorsun."

küçük öykü - beş

"ya
aşık

oldum
ya
da
aşık
oluyorum"

küçük öykü - dört



29.10
"nasıl geçeceğiz?"
"bir süre geçemeyeceğiz"
"nasıl yani, burada mı; kaldık?"
"ben sizi bi' yere götüreceğim şimdi"

küçük öykü - üç


27.10
"(...) bi yerde bi küçük akşmüstü birası; içilmesine engel olur mu ki acaba?"
"engel olur mu hiç!"

küçük öykü - iki



26.10. 19.30.
müessesenin 11. kuruluş; yıldönümü.
o masa.
"sigaramı unutmuşum"
"nasıl, almaya mı gideceksin, taa oraya?"
"evet"
"çabuk gel bari"
"7 dakika!"


"hadi kalkalım! seni bir yere götüreceğim"

küçük öykü